ATATÜRK'ÜN TÜRKİYE İKTISAT KONGRESİ AÇILIŞ KONUŞMASI
Efendiler!
Aziz Türkiye’mizin iktisadî yükselme gereklerini aramak ve bulmak gibi vatanî,
hayatî ve millî bir kutsal amaç için bugün burada toplanmış olan sizlerin,
saygıdeğer halk temsilcilerinin karşısında bulunmakla çok mutlu ve sevinçliyim.
Efendiler! uzun ihmallerle ve derin ilgisizlik ile geçen yüzyılların iktisadî
yapımızda açtığı yaraları tedavi etmek, tedavi çarelerini aramak ve memleketi
bayındırlığa, millî bir rahatlığa, mutluluğa ve servete ulaştıracak yolları
bulmak için gerçekleşecek çalışmanızın çok kıymetli ve başarılı sonuçlara
ulaşmasını dilerim.
Arkadaşlar,
sizler doğrudan doğruya milletimizi oluşturan halk sınıflarının içinden
geliyorsunuz ve onlar tarafından seçilmiş olarak geliyorsunuz. Bunun için
memleketimizin, milletimizin halini, ihtiyacını ve milletimizin emellerini,
üzüntülerini yakından biliyorsunuz. Herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin
söyleyeceğiniz sözler, alınması gereğini söyleyeceğiniz önlemler; doğrudan
doğruya halkın dilinden söylenmiş gibi kabul olunur. Bu, en büyük doğrudur.
Zira halkın sesi, hakkın sesidir.
Efendiler,
tarih milletlerin yükselme ve düşmesi sebeplerini ararken birçok siyasî,
askerî, sosyal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu nedenler,
sosyal olaylarda etkilidir. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla,
yükselmesiyle, düşmesiyle ilgili ve ilişkili olan milletin ekonomisidir.
Tarihin ve tecrübenin belirlediği bu gerçek, bizim millî hayatımızda ve millî
tarihimizde de tamamen görülmüştür. Gerçekten Türk tarihi araştırılırsa bütün
yükselme ve düşme sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı
anlaşılır. Efendiler, tarihimizi dolduran bunca başarılar, zaferler veyahut
yenilgiler, yok olmalar ve felâketler, bunların, tümü; gerçekleştikleri
devirlerdeki iktisadî durumlarımızla ilişkili ve ilgilidir. Yeni Türkiye’mizi
hak ettiği yere ulaştırabilmek için, mutlaka ekonomimize birinci derecede önem
vermek zorundayız. Çünkü zamanımız tamamen bir iktisat devresinden başka bir
şey değildir. Efendiler, bir milletin hayat gereklerini, rahatlık ve
mutluluğunu oluşturan ekonomiyle uğraşmaması, uğraşamaması dikkatleri çeken bir
durumdur. Fakat biz kabul etmek zorundayız ki, ekonomimize gereği kadar önem
vermemiş bulunuyoruz. Bir milletin doğrudan doğruya hayat gerekleri ile
uğraşamaması, o milletin yaşadığı devirler ile ve devirleri belirleyen tarih
ile çok ilgilidir. Bundan dolayı biz de eğer uğraşamamış isek, gerçek
nedenlerini geçirdiğimiz devirlerde ve özellikle tarihimizde arayabiliriz.
Fakat böyle bir araştırma yaptığımız zaman, yazık ki itirafa mecburuz ki, biz
henüz şimdiye kadar gerçek, ilmî, olumlu anlamı ile millî bir devir
yaşayamadık. Bundan dolayı millî bir tarihe sahip olamadık. Bu noktayı biraz
açıklamış olmak için hep beraber Osmanlı tarihini hatırlayalım.
Osmanlı
tarihinde bütün gayretler, bütün çalışma, milletin isteği, emelleri ve gerçek
ihtiyaçları açısından değil, belki şunun bunun özel emellerini, tutkularını
karşılamak açısından gerçekleşmiştir. Örneğin Fatih İstanbul’u aldıktan sonra,
yani Selçuk saltanatı ile Doğu Roma İmparatorluğu’nun mirasına konduktan sonra,
Batı Roma İmparatorluğu’nu da zapt ederek büyük bir saltanat kurmak istedi.
Böyle geniş bir emel izledi. Böyle bir emeli izlemek ve uygulayabilmek için
bütün milleti, ana unsuru arkasından bu hedefe doğru yönlendirdi. Örneğin Yavuz
Sultan Selim, Fatih’in açtığı batı cephesini sağlamlaştırmakla beraber; bütün
Asya’yı birleştirerek büyük bir İslâm İmparatorluğu meydana getirmek üzere
böyle bir siyasî meslek izledi. Ana unsuru bunun arkasından dolaştırdı. Kanuni Süleyman
her iki cepheyi en üst derecede genişletmek, bütün Bahr-i Sefid’i (Akdeniz) bir
Osmanlı havuzu haline getirmek, Hindistan üzerinde gücünü kurmak gibi çok
büyük, şahane bir siyaset izledi. Bu siyasetin uygulanması için ana unsuru
kullandı.
Arkadaşlar,
bütün bu işler ve hareketler, doğruluğu araştırılırsa, görülür ki bu büyük,
güçlü padişahlar takip ettikleri dış siyasette kendi emelleri, hırsları ve
arzularına dayanmışlardır. Büyük ve şahane arzularına dayanmakla beraber iç
kuruluşlarını, iç siyasetlerini bu tutkularından doğmuş olan dış siyasetlerine
göre düzenlemek zorunda kalmışlardır. Hâlbuki dış siyaset iç teşkilât ve iç
siyasete dayandırılmak mecburiyetindendir. Yani iç teşkilâtının dayanamayacağı
genişlik derecesinde olmamalıdır. Yoksa hayalî, dış siyasetler peşinde
dolaşanlar, dayanma noktalarını kendiliğinden kaybederler. Gerçekten Osmanlı
hakanları, asıl olan noktayı unuttular. Duyguları ve emelleri üzerine bütün
hareketleri ve fiilleri yaptılar. İç teşkilâtlarını dış siyasetlerine uydurmak zorunda
kalınca aldıkları memleketlerde bütün unsurları: dilleri, dinleri, gelenekleri,
her şeyi başka başka olan ve birçok milletlerden ibaret bulunan bu unsurları,
olduğu gibi korumaya kalkıştılar ve onlara bütün bu şeyleri koruyabilecek
ayrıcalıklar verdiler. Buna karşın ana unsur, uzun seferler yapmakla zafer
meydanlarında ölmekle, zapt olunan memleketlerin kendisini ve halkını
beslemekle ve onlara bekçilik etmekle kendi kendini yıpratıyordu. Bununla
birlikte millet, ana unsur; kendi evinde, kendi yurdunda ve kendi hayati
gereklerini kazanmak için çalışmaktan tamamen mahrum bir halde bulunuyordu. Bu
tac sahipleri yöneticiler milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla, onlara kendi
yurtlarını düşünmeye izin vermemekle de yetinmiyorlardı. Belki fetihler sonucu
elde edilen halkı memnun edebilmek için, sonra yabancıları memnun edebilmek
için doğrudan doğruya, ana unsurun hukukundan ve hayati ve iktisadî
kaynaklarından birçok şeyleri karşılıksız yardım olarak, hediye olarak onlara
veriyorlardı. Örneğin Fatih zamanında Cenevizliler’e ve Patrik’e verilen
ayrıcalıklar ile açılan yol, kendisinden sonra daima genişlemiş ve
sağlamlaştırılmış bulunuyordu. Bu ayrıcalıklar, devletim en kuvvetli, en büyük
zamanında gerçekleşmiş oluyordu. Ancak ve ancak bir padişah yardımı karşılıksız
sunulan bir destek olmak üzere gerçekleşmiş oluyordu. Hepiniz
hatırlayabilirsiniz, Kanunî Sultan Süleyman zamanında Venediklilerle ticaret
antlaşması yapılmıştı. Fakat Padişah, Venediklilerle ticaret antlaşması yapmayı
kendi şerefine ve onuruna aykırı buldu. Zira onun anlayışına göre antlaşma,
birbirine denk milletler arasında yapılırdı. Halbuki Venedik o zaman Osmanlı
Devleti’ne denk olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya koruması altında idi.
Bundan dolayı padişah böyle bir devletle antlaşma yapamazdı; ancak ona
yardımlarda bulunabilirdi. Ve yardımlarda bulundu. İşte bu yardım kelimesi
kapitülasyonlar kelimesi ile tercüme edilmiştir. Halbuki biliyorsunuz,
kapitülasyon kelimesi, bir kale içinde kuşatılan, korunma gereçlerini ve
vasıtalarını kullandıktan sonra teslim olmak zorunda olanlar hakkında
kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi, padişahların yardımını
tercüme ederken kullanmış bulundular. Bu ufak ayrıntıyı iki noktadan tekrar
edeyim: Millet hayati gerekleriyle uğraşmaktan yasaklanmış olarak diyar diyar
dolaştırılıyor ve bu yeni diyarlar halkı, birçok ayrıcalıklara sahip olarak
çalışılıyordu. Yani fatihler, ana unsuru peşine takarak kılıçla fetihler
yaparken, kılıç sallarken zapt olunan memleket halkı kazandıkları ayrıcalıklarla
sabana yapışıyorlar; toprak üzerinde çalışıyorlardı. Arkadaşlar, kılıç ile
fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye ve sonuçta yerlerini
bırakmaya mecburdurlar. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur. Bulgarlar,
Sırplar, Macarlar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar,
kuvvetlenmişler; bizim milletimiz de böyle fatihlerin arkasında serserilik
etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara
yenilmiştir. Bu bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde
böyle gerçekleşmiştir. Örneğin Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya
İngiliz çiftçisi girmiştir. Bu medenî sabanla kılıç mücadelesinde sonunda
muzaffer olan sapandır. Ve Kanada’ya sahip oldu. Efendiler, kılıç kullanan kol
yorulur, sonunda kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye,
paslanmaya mahkûm olur. Lâkin saban kullanan kol; gün geçtikçe daha fazla
kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa sahip olur.
Efendiler, Osmanlı fatihleri, hakanları, istilâcıları, ana unsur ile beraber
sabanın önünde yenilip çekilmeye başladıktan sonra, asıl felâketlerin büyüğü
başladı. Sırf şahane bir ihsan olarak, yabancılara verilmiş olan ve özel
olan karşılıksız yardım, memleket içindeki Müslüman olmayan unsurlara verilmiş
olan her şey, kazanılmış haklar olanak anlaşıldı.
Fakat
yabancılar yalnız bu hukuku korumak ile de yetinmediler. Belki her gün onları
biraz daha arttırmak için çareler aradılar ve buldular. İç unsurlar korumaya
güçlerinin yettiği iç teşkilâtlarına dayanarak, dışarının daima kışkırtmasına
ve yardımına sığınarak devletin ve aslî unsurunun yok edilmesiyle siyasî bir
varlık olmak için çalışmaktan geri durmadılar. Yabancılar bir taraftan iç
unsurları kışkırtıyorlardı; diğer taraftan da kendileri Osmanlı devletinin iç
işlerine karışıyorlar ve her karışmada da yine devlet ve milletin aleyhine
olmak üzere yeni yeni birtakım ayrıcalıklar, haklar alıyorlardı. Bu devamlı
problemler altında zaten fakir düşmüş olan anayurtta, ana unsur devlete
verebilecek parayı güç hazırlıyordu. Halbuki taç sahipleri yöneticiler,
Saraylar, Babıâliler mutlaka büyük gösterişe, şana sahip olabilmek için, onu
devam ettirebilmek, zevk ve tutkularını sağlayabilmek için her ne pahasına
olursa olsun, bu parayı hazırlamak çaresine düşmüşlerdir. O çareler de,
borçlanmalar oldu. O kadar çok borçlanmalar yapıyorlardı, o kadar kötü şartlar
içinde borçlanmalar yapılıyordu ki, bunların faizleri de ödenemedi. En sonunda
bir gün Osmanlı Devletinin iflâsına karar verdiler. Maliye işleri hemen kontrol
altına alınmış ve başımıza genel borçlar belâsı çökmüş bulunuyordu.
Efendiler,
milletin uğramış olduğu bu üzücü durumun, bu düşkünlüğün sebeplerini arayacak
olursak bunu doğrudan doğruya devlet kavramında buluyoruz. Biliyorsunuz ki
Osmanlı Devleti, şahsî saltanat ve son beş on yıl içinde de meşruti saltanat
ilkesine dayanarak hükûmet idare ediyordu.
Arkadaşlar,
şahsî saltanatta her konuya tac sahiplerinin arzusu, iradesi ve amacı hâkimdir.
Söz konusu olan yalnız odur. Milletin amaçları, arzuları, ihtiyaçları söz konusu
olmaktan çok uzaktır. Bütün millet istekleri ve dileklerini bırakmış
bulunuyordu. Çünkü tac sahipleri kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir
kişi sayarlardı. Bir de onların etrafını alan çıkarcılar vardı. Onlar da
padişahların fikirleri ve anlayışları ile dolu olarak ve padişahın bu arzusunu
bir kutsal ve bir Kur’an gereği gibi herkese kabul ettirirlerdi. Bu gayet koyu
ve sürekli etkilemeler karşısında gerçekten bir gün bütün halk bu arzu ve
iradelerin yapılması gereken ve kayıtsız şartsız gereken kutsal emirler gibi
olduğuna inanmış olurlardı. Böyle idare ve hâkimiyete rıza gösteren bir
milletin sonu elbette felâkettir, elbette uğursuzluktur. Arkadaşlar! Son
anlattığım noktada artık Osmanlı Devleti gerçekte ve fiili olarak
bağımsızlıktan mahrum bir duruma getirilmişti. Gerçekten bir devlet ki, kendi
halkına koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz. Gümrük uygulamalarını,
vergilerini memleketin ve milletin ihtiyaçlarına göre düzenlemekten yasaklıdır.
Ve bir devlet ki, fazla olarak yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan
mahrumdur. Böyle bir devlete elbette bağımsız denilemez. Devletin ve milletin
hayatına yapılan müdahaleler yalnız bu kadar değil, daha fazla idi. Doğrudan
doğruya milletin hayatını devam ettirmesi için gerekli olanlardan, örneğin tren
yapmak için, örneğin fabrika yapmak için, örneğin her şey yapmak için devlet
serbest değildi. Mutlaka dışarıdan karışmalar vardı. Bundan dolayı hayatını
sürdürmekten alıkoyulan bir devlet bağımsız olabilir mi? Söylediğim gibi
gerçekte devlet, istiklâlini çoktan kaybetmişti ve Osmanlı ülkesi yabancıların
serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı halkı içindeki Türk
milleti de tamamen esir bir duruma getirilmişti. Bu sonuç söylediğim gibi
milletin kendi iradesine ve kendi hâkimiyetine sahip bulunamamasından ve bu
irade ve hâkimiyetin şunun bunun elinde kullanıla gelmiş olmasından ileri
geliyor. O halde kesinlikle diyebiliriz ki, biz millî bir devir yaşamıyorduk ve
millî bir tarihe sahip bulunmuyorduk.
Örneğin,
Osmanlı tarihi baştan sonuna kadar hakanların, padişahların, kişilerin, en
sonunda zümrelerin hal ve hareketini kaydeden bir destandan başka bir şey
değildir. Geçmişin, yüzyılların elimize tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti
bundan ibarettir. Arkadaşlar, milletin hâkimiyetine sahip olmaması yüzünden
girdiği Dünya Savaşı’ndan kıymetli evlâtlarımızdan oluşmuş kahraman
ordularımızın Galiçya’da, Romanya ve Makedonya’da, Kafkas dağlarında, Sina
çöllerinde uğramış olduğu eziyetleri hatırlatmaya gerek görülecek kadar çok
zaman geçmemiştir ve en sonunda bu dünya savaşının uğursuz sonucu da hepinizin
bilgisi dâhilindedir. Özellikle Mondros Mütarekesi’yle açılan ateşkes devrinin
görüntüsü, bir an için tekrar düşünmüş olursanız göreceksiniz ki, baştan sonuna
kadar bir dağılma görüntüsünden başka bir şey değildi. Devletler her türlü
anlaşmalardan ve insanî ve medenî haklardan sıyrılarak memleketimizin en
kıymetli ve en verimli yerlerini çiğnediler. İzmir’i, Bursa’yı, Eskişehir’i tâ
Sakarya’ya kadar; sonra bütün Adana ve çevresini ve Trakya’yı, İstanbul’u, en
saygın yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanların bu hareket şeklinden daha
üzücü ve acıklı ve daha çok üzülmeye değer olan bir nokta varsa, o da bu
memleketin yüzyıllarca başında bulunan ve bu milletin irade ve hâkimiyetini
kullanan insanların dahi düşman saflarına geçmiş olmasıdır. Ve arkadaşlar
biliyorsunuz, bu düşmanlar yani iç düşmanlar, dış düşmanların yapmadığı ve
yapmaya gücünün yetemeyeceği kötü ve acıklı yeme hareketlerinde kararsızlık
göstermemişlerdir. Dış düşman kuvvetleri, saydığım saygın vatan topraklarında
bulunurken, padişahın iradesi ile çıkarttığı fetvalarla ve hilâfet orduları ile
bu suçsuz millet, şurada burada alçaltılıyor ve aldatılıyordu. Gerçekten
vatanımızın şurasında burasında isyanlar başlamıştı. Zaten çoktan beri manen ve
fiilen istiklâlinden mahrum bırakılmış olan Osmanlı devletinin tükenmesinde başarı
meydana gelmişti.
Osmanlı Devleti tamamen bitmişti. Fakat düşmanlarımız aynı zamanda Osmanlı
Devleti’ni kuran Türk milletinin de, aslî unsurunun da, bu memleketin gerçek
halkının da yok ve çökmüş olduğunu zannettiler. İşte bunda çok aldandılar.
Osmanlı Devleti ve Osmanlı Devleti gibi çok devlet kurmuş olan Türk milleti yok
olmamıştır. Tersine hayatına vurulan bu darbelerden, dış düşmanların ve iç
düşmanların bu acı ve nefret edilecek darbelerinden birdenbire bütün
açıkgözlülüğünü, bütün uyanıklığını takındı ve hayatını, şerefini, namusunu
kurtarmak için tam bir kararlılıkla başını kaldırdı; birlikte ve birbirine
dayanarak ortaya atıldı.
İşte
milletimiz o dakikadan itibaren millî devreye girdi, halk devresinin
başlangıcına girdi. Millet bu noktadan başladığı gün kendisini hedefe ulaştıran
yolların ve bizzat hedefin bulunduğu ufukların karanlıklar içinde bulunduğunu
hepimiz hatırlarız. Fakat bu hal milletimizi ümitsizliğe düşürmedi. Tam bir
kararlılık ile kutsal hedefe adımlarını attı. Efendiler, milletimiz, kesin
kurtuluşa ve gerçek kurtuluşa sahip olabilmek için, iki ilkeye dayanmanın farz
ve şart olduğunu anladı; büyük ve açık kanaatlerle anladı. O ilkelerden birincisi
Misak-ı Millî’nin ifade ettiği mananın ruhudur. İkincisi Anayasamızın
belirlediği değiştirilemez gerçeklerdir. Biliyorsunuz ki Misak-ı Millî,
milletin tam istiklâlini sağlayan ve bunu sağlayabilmek için ekonomisinin de
gelişmesine engel olan bütün sebepleri bir daha ve kesinlikle geri gelmemek
üzere kaldıran bir yöntemdir. Anayasa da Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı
Devleti’nin öldüğünü idrak ve ifade var olduğunu ilân eden bir kanundur ve bu
devletin hayatının da kayıtsız şartsız milletin yetkisinde kalabilmesi için,
halkın bizzat kendi alın yazısını idare etmesi esasını şart kılan bir kanundur.
“Artık Türkiye halkı için tek temsilci, yasama ve yürütme yetkisini almış olan
kendi meclisidir, Türkiye Büyük Millet Meclisidir” diyen bir kanundur ve Babıâli
Hükûmeti yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini koyan kanundur.
Efendiler,
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve bunun hükûmetinin milletten aldığı yetki tam
bir istiklâl ve kayıtsız şartsız millî hâkimiyet ilkelerine dayanarak memleketi
bayındır yapmak ve milleti zengin, rahat ve mutlu etmekten ibarettir. Böyle
olmakla beraber Anayasa, bir özel madde ile Meclisin görevini de açıklar. O
görevler ki, doğrudan doğruya milletin hukuk ve yetkisi iken yüzyıllarca şunun
ve bunun elinde kalmıştır. Artık bu hukuk ve yetkinin hiçbir neden ve şekilde
hiçbir makama ve kişiye bırakılamayacağını kesinlikle ifade etmek için bir özel
madde koymuştur. Efendiler, milletimizin bu iki ilkeye dayanarak çalışmaya
başladığı günden bugüne kadar geçen zaman, çok zaman değildir; üç buçuk, dört
seneden ibarettir. Fakat milletimizin kazandığı başarı ve zafer bu üç buçuk
dört seneye sığamayacak kadar çoktur, taşkındır, coşkundur, yüksektir,
kuvvetlidir. Gerçekten o hükümdar buyruklarıyla, hilâfet ordularıyla ve bin
türlü kışkırtmalar ve yalanlarla meydana getirilen isyanların tamamı
bastırılmıştır. Millet tüfeksiz, topsuz, her türlü malzemesiz ve parasız
bulunduğu bir zamanda yeniden dünyanın en kuvvetli ve en muazzam ordusunu
kurmaya güç yetirmiştir. Ve bu ordu daha henüz kurulma durumunda iken Birinci
İnönü, İkinci İnönü, Sakarya meydan savaşlarını ve zaferlerini kazanmıştır. Ve
en sonunda bütün dünyayı hayretlerde bırakan, bütün dünyayı ister istemez
övgülerine, sevk eden en son zaferi tam bir şiddet ve başarıyla kazanıp
topraklarımızı ve kutsal vatanımızı çiğneyen düşman ordularını bire kadar yok
etmiştir. Fakat Efendiler, tam bağımsızlık için şu kural vardır, millî
hâkimiyet için bir kanun vardır, diyoruz. Bugün de büyük bir zaferin
gerçekleştirici etkenleri ve yapanları olduğumuzu söylüyoruz. Bu noktada çok
kesin olan bir gerçeği hep beraber tekrar etmek zorundayız. Bu kadar büyük, bu
kadar kutsal ve büyük hedefler yalnız kâğıt üzerinde kurallarla ve kanun
maddeleriyle ve sadece hırslarla, arzularla çözüm bulamaz. Tam gerçekleşmesini
sağlayabilmek için tek kuvvet, gerçek ve en kuvvetli temel ekonomidir.
Siyasî,
askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferler ile
taçlandırılamazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner.
Bu bakımdan en kuvvetli ve parlak zaferimizin bile sağlayabildiği ve daha
sağlayabileceği yararlı kazançları belirlemek için ekonomimizin, iktisadî
hâkimiyetimizin sağlanması ve sağlamlaştırılması ve genişletilmesi gerekir.
Efendiler, bu kadar verimli ve bu kadar kuvvetli olan yeni hükûmetimizin,
düşmansız kalacağını saymak doğru değildir. Bu güzel temellerin bile içine
bomba koyarak onu yıkmaya çalışanlar olacaktır. Onun hayatına, ilerlemesine
karşı suikastler düzenlemeye girişecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı en
kuvvetli silâhımız ekonomideki genişlik, dayanıklılık ve başarımız olacaktır.
Efendiler, içinde olduğumuz halk devrinin, millî devrin, millî tarihini
yazabilmek için kalemlerimiz sabanlar olacaktır. Bence halk devri, iktisat
devri kavramı ile açıklanabilir.
Öyle
bir iktisat devri ki, onda memleketimiz bayındır olsun, milletimiz rahat olsun
ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi size hatırlatayım. “El kanaatü kenzi
lâyüfna”. “Kanaat, yok edilmeyen bir hazinedir” anlayışı ile fakirliği fazilet
bilmek felsefesine de iktisat devri artık son versin.
Efendiler!
bu felsefeyi, mutlaka yanlış yorumlamak yüzünden bu millete, bu memlekete çok
büyük kötülük edilmiştir. Biliriz ki, Allah dünya üzerinde yarattığı bu kadar
nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar yararlansın, varlık içinde yaşasın
diye yaratmıştır ve fazla derecede yararlanmış olabilmek için de, bugün
kâinattan esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir. Eğer vatan denilen şey
kupkuru dağlardan, taşlardan, bataklık sahalardan, çıplak ovalardan ve vatan; şehirler,
köylerden oluşsaydı, onun zindandan hiçbir farkı olmazdı. Ve gerçekten bu
dediğimiz felsefesinin sahipleri bu kıymetli vatanımızı böyle zindan ve
cehennem yapmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Hâlbuki bu vatan evlât ve
torunlarımız için cennet yapılmaya lâyık, çok yakışır bir vatandır. İşte bu
memleketi böyle bayındır haline, cennet haline getirecek olan, ekonomik
nedenler ve ekonomik faaliyetlerdir. Bundan dolayı öyle bir iktisat devri
lâzımdır ki, artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin, insanca yaşamanın neye
bağlı olduğunu öğrensin ve o vasıtalara yönelsin. Hepimizin isteği şudur ki, bu
memleketin fertleri ellerinde örnekleriyle ziraatın, ticaretin, sanatın, emeğin
hayatın bir temsilcisi olsun. Ve artık bu memleket böyle fakir ve bu millet
değersiz değil, belki memleketimize zengin memleketi, zenginler memleketi, bu
yeni Türkiye’nin adına da çalışkanlar memleketi denilsin. İşte millet böyle bir
devir içinde bulunuyor ve böyle bir devri yükseltecektir. Ve böyle bir devrin
tarihini yazacaktır. Ve böyle bir devirde, böyle bir tarihte en büyük makam, en
büyük hak, çalışkanlara ait olacaktır. Efendiler, Türkiye İktisat Kongresi
tarihte ilk defa yüksek yer kazanacak bir kongredir. Sizler memleketin
ihtiyacını ve milletin yeteneğini ve bunun karşısında bütün dünyada var olan
çok kuvvetli iktisat teşkilâtına değer vererek, yapılması gereken önlemleri ve
uygulaması gerekli olan bütün yenilikleri tam bir açıklıkla dile
getirmelisiniz. Tâ ki o önlemler, o yenilikler uygulandıkça memleketimiz
hayırlı neticelere, nurlara batmış olsun. Arkadaşlar, Türkiye Büyük Millet
Meclisi’niz ve hükûmetiniz, elbette milletin istekleri dairesinde, gelişmeye,
yenilenmeye tamamen taraftardır. Bunun için memleket ve millete faydalı olarak
alacağınız önlemler tam bir memnuniyetle göz önüne alınacaktır. Buna şüphe
etmiyorum. Efendiler, ekonomi sahasında düşünürken ve konuşurken zannedilmesin
ki, biz yabancı sermayesine düşman bulunuyoruz. Hayır, bizim memleketimiz
geniştir. Çok çalışma ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Bundan dolayı kanunlarımıza
bağlı olmak şartıyla yabancı sermayelerine gereken güvenceyi vermeye her zaman
hazırız ve isteriz ki, yabancı sermayesi bizim çalışmamıza ve var olan ama
yetersiz kalan servetimize katılsın. Bizim için ve onlar için faydalı sonuçlar
versin; fakat eskisi gibi değil. Gerçekten geçmişte ve özellikle Tanzimat
devrinden sonra, yabancı sermayesi memlekette üstün bir yere sahip oldu. Ve
ilmi manasıyla denebilir ki, devlet ve hükümet yabancı sermayesinin
jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her medenî devlet gibi,
millet gibi, yeni Türkiye de buna uyamaz. Burasını esir ülkesi yaptıramaz.
Arkadaşlar, son söz olarak demiştim ki, biz memleketimizi artık esir ülkesi
yapamayız. Belki hepimizin dikkatlerini çekmiş olan Lozan Konferansı’nın son görüşmesi
bu nokta ile ilgilidir. Konferansın şimdilik gecikmeye uğrayışı hep aynı
meseleden, aynı noktadan doğmuştur gibi anlaşılabilir. Ordularımız en büyük bir
zaferi kazanmışlardır ve zafer yürüyüşünü durduracak hiçbir engel yoktur. Böyle
bir zamanda İtilâf Devletleri, hukukumuzu, kanunî haklarımızı görüşmeler ile
bile onaylayacaklarını ve meselelerin görüşmeler ile bile çözümleneceğini
söylediler ve bizi konferansa davet ettiler. Milletimiz, Meclisimiz ve
Hükûmetimiz samimî olarak barış taraftarı olduğu için, muzaffer ordularımızı
durdurdu ve delegeler heyetimizi Lozan’a gönderdi. Aylardan beri konuşmalar ve
tartışmalar sürüyor. Fakat henüz karşımızdakiler bizimle üç senelik, dört
senelik bir hesabı görmüyorlar, üç yüz ve dört yüz senelik bir hesabı görmeye
başlamışlardır. Ve hâlâ karşımızdakiler eski Osmanlı Devleti’nin tarihe
geçtiğini ve bugün yeni Türkiye devletinin var olduğunu ve bu Türkiye devletini
kuran milletin çok kararlı ve kahraman bir millet olduğunu ve bu milletin artık
tam bağımsızlıktan ve milli hâkimiyetinden zerre kadar fedakârlık
yapamayacağını anlamamışlardır.
İşte
bunu anlayamamak yüzünden kararsızlığa düşmüşler, beklemeye mecbur
hissetmişlerdir. Arkadaşlar, onlar istedikleri kadar kararsız olsunlar, fakat
bu millet kesin kararını vermiştir. Bu millet için kararsızlık devirleri çoktan
geçmiştir. Devletlerin delegeler heyetimize verdikleri son proje elbette
heyetimizce kabule değer görülmedi. Diğer delegeler heyeti gibi bizim delegeler
heyetimiz de durumu hükûmete ve gerekirse Meclis’e sunmak üzere memlekete geri
gelmek üzeredir. Elbette sorular ve açıklamalar olacaktır. Ancak bütün millet,
bütün dünya bilsin ki, en sonunda ve en sonunda millet tam bağımsızlığının
sağlandığını görmedikçe yürümeye başladığı yolda bir an durmayacaktır.
Efendiler!
Hiç kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Dünyanın her medenî milletinin tabiî
olarak sahip olduğu şeylerden bizi mahrum etmemelidirler ve haklarımızı
vermelidirler. Çünkü hakkımız tabiîdir, kanunîdir, mantıklıdır ve bize
gereklidir. Biz, bu haktan vazgeçmeyeceğiz ve ne kadar haklı isek bu hakkımızı
savunmak ve korumak için de memleketimizin, milletimizin yeteneği ve gücü o
kadardır. Efendiler, görülüyor ki, bu kadar kesin ve yüksek bir askerî zaferden
sonra bile bizi barışa kavuşmaktan engelleyen nedenler, doğrudan doğruya
ekonomik nedenlerdir. İktisadî düşüncelerdir. Çünkü bu devlet, bu millet
iktisadî hâkimiyetini sağlarsa o kadar kuvvetli temel üzerinde yerleşmiş ve
yükselmeye başlamış olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatamazlar. İşte
düşmanlarımızın, gerçek düşmanlarımızın, bir türlü rıza göstermedikleri budur.
Efendiler!
Bu fiilen gerçekleşmiştir. Barış denilen şeyin sağlanması için yabancıların bu
gerçeği itiraf etmemekteki kararsızlıklarına mantıki anlam vermek mümkün
değildir. Çok isteğe değerdir ki, çok yakın bir zamanda onlar da bu gerçeği
itiraf ederler ve bütün medeniyet dünyasının çok büyük istek ve özlemle
beklediği barışın kurulmasına engel olmak sorumluluğundan çekinirler. Biz
şimdiden hayatımızla ilgili gereklerimizi sağlamaya başlamış bulunuyoruz. Ve
doğal olarak barış durumunun kurulmasında daha büyük gelişmeler oluyor. Fakat
başarılı olmak için çok çalışmak gerektiğini bilmeliyiz. İktisadiyat diyoruz;
fakat arkadaşlar, iktisadiyat demek, her şey demektir. Yaşamak için, mutlu olmak
için, insan varlığı için ne gerekse onların tamamı demektir. Ziraat demektir,
ticaret demektir, emek demektir, her şey demektir. Bütün bu konularda şimdi
memleket ve milletimizin ne halde olduğunu sizler çok güzel bilirsiniz.
Nitelendirmek istemeyeceğim. Ancak memleketimizin genişliği ve nüfusumuzun bu
genişlikle ne kadar uygunsuz olduğunu da hatırlayınız. Bu geniş ve verimli
toprakları işleyebilmek, işletebilmek için eksik olan el emeğini, mutlaka fenni
aletler ile karşılamak zorundayız. Memleketimizi bundan başka tren ile ve
üzerinde otomobiller çalışır yollarla şebeke haline getirmek
mecburiyetindeyiz. Çünkü garbın ve cihanın vasıtaları bunlar oldukça, trenler
oldukça bunlara karşı merkepler ve kağnı ile yollar üzerinde yarışmaya
çıkışmanın imkânı yoktur. Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu yüzden
halkımızın çoğunluğu çiftçidir, çobandır. Bundan dolayı en büyük kuvveti,
kudreti bu alanda gösterebiliriz ve bu alanda önemli yarış meydanlarına
atılabiliriz. Fakat aynı zamanda sanatımızı da artırmak ve genişletmek
zorundayız. Eğer sanat konusunda yine hoşgörülü olursak o halde sanayi
eserlerinde yine dışarıya haraç verici oluruz. Ürünlerin ve eşyaların değiş
tokuşu ve servete dönüşmesi için, ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin
yabancılar elinde kalması, memleketimizin servetinden gereği kadar
yararlanmamızı önler. Fakat bütün bunlar söylenildiği kadar basit ve kolay
olmayan şeylerdir. Bunda başarılı olabilmek için gerçekten memleketin ve
milletin ihtiyacına uygun ana program üzerinde bütün milletin birlikte ve denk
olarak çalışması gerekir. Yüce Heyetiniz bu ilkelerin en kıymetlilerini
inşallah bulup ortaya koyacaksınız. Arkadaşlar, bence yeni devletimizin, yeni
hükümetimizin bütün ilkeleri, bütün programları iktisat programından
çıkmalıdır. Çünkü demin dediğim gibi her şey bunun içinde yerleşmiştir. Bundan
dolayı evlâtlarımızı o şekilde eğitmeli ve terbiye etmeliyiz, onlara o şekilde
bilgi, anlayış vermeliyiz ki, ticaret, ziraat ve sanat dünyasında ve bütün
bunların faaliyet alanlarında verimli olsunlar, etkili olsunlar, çalışır
olsunlar, ameli bir organ olsunlar. Bundan dolayı eğitim programımız, gerek
ilköğretimde, gerek orta öğretimde verilecek bütün şeyler, bu bakış açısına
göre olmalıdır. Eğitim programlarımız gibi devlet şubeleri için düşünülecek programlar
bile, iktisat programına dayanmaktan kendini kurtaramazlar. İlkeli bir program
uygulamak ve bu program üzerinde bütün milleti denk olarak çalıştırmak
lâzımdır.
Bizim
halkımızı yararları birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil, tersine
varlıkları ve çalışma sonucu birbirine lâzım olan sınıflardan ibarettir. Bu
dakikada dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve
işçilerdir. Bunların hangisi birbirinin karşıtı olabilir. Çiftçinin sanatkâra,
sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, birbirine ve
işçiye muhtaç olduğunu, kim inkâr edebilir.
Bugün var olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını umduğumuz fabrikalarımızda
kendi işçimiz çalışmalıdır. Rahat ve mutlu olarak çalışmalıdırlar ve bütün bu
saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır ve hayatın gerçek lezzetini
tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvet bulabilsinler. Bundan dolayı
programdan söz edildiği zaman, âdeta denebilir ki, bütün halk için bir “Emek
Misak-ı Millisî”dir. Ve böyle bir emek Misak-ı Millî’si mahiyetinde olan
program etrafında toplanmaktan meydana gelecek olan siyasî şekli ise, sıradan
bir parti yapısında düşünülmemek gerekir. Ve barıştan sonra meydana gelebilecek
olan böyle bir siyasî şeklin şimdiye kadar olduğu gibi milletin kararlılığı ve
imanı ile ve birlik ve dayanışmasının birbirine yardımcı olması ile başarılı
olacağı hakkındaki inancım kuvvetlidir ve tamdır.
Efendiler!
Yüce heyetinizin bugün toplamış olduğu Türkiye İktisat Kongresi çok önemlidir,
çok tarihîdir. Nasıl ki Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi felâket noktasına
gelmiş olan bu milleti kurtarmak konusunda Misak-ı Millî’nin ve Anayasanın ilk
temel taşlarını hazırlamak konusunda etkili olmuş, girişimci olmuş ve bundan
dolayı tarihimizde, millî tarihimizde ve millî hayatımızda en kıymetli ve
yüksek hatırayı kazanmış ise, kongreniz milletin ve memleketin hayat ve gerçek
kurtuluşunu sağlamaya araç olacak kuralların temel taşlarını ve ilkelerini
hazırlayıp ortaya koymak şekliyle tarihte en büyük adı ve çok kıymetli bir hatırayı
kazanacaktır. Bu kadar kıymetli ve tarihi kongrenizi açmak şerefini bana
verdiğinizden dolayı özellikle teşekkürlerimi sunarım. Ve böyle bir kongreyi
düzenleyen sizlersiniz. Bundan dolayı sizi tebrik etmeğe değer görürüm. Ve
tebrik ederim. Kongre açılmıştır efendim.
https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/turkiye-iktisat-kongresini-acis-soylevi-izmir
Yorumlar
Yorum Gönder